T Ü R K İ Y E ' N İ N B İ R İ K İ M İ |
||
S İ N E M A | 14 NİSAN 2006 CUMA | ||
|
2002 tarihli "Buz Devri-1", pedagogların gözetiminde hazırlanmış senaryosuyla yeryüzünün dört bir yanındaki çocuklara dostluk, dayanışma, fedakârlık ve ailenin değeri gibi konularda son derece sağlıklı mesajlar vermişti. "Buz Devri-2"nin de bu gibi olumlu nitelikler açısından ilkinden geride kalır herhangi bir yönü yok. Her yaştan çocuklar için ideal bir gösteri...
Buzul çağı artık son bulmaktadır ve hayvanlar bir su parkı cenneti, gayzerler ve katran çukurlarından oluşan yeni dünyalarının tadını çıkarmaktadırlar. Kahramanlarımız Manny, Cid ve Diego ise eriyen buzlar yüzünden vadilerinin yakında sel altında kalacağını anlarlar. Zaman yitirmeksizin herkesi uyarmak ve oluşacak korkunç sel baskınından topluca kaçmanın bir yolunu bulmak zorundadırlar. 2002 yılında gösterime girdiğinde bütün dünyada kısa süre içinde kalabalık bir hayran kitlesi toplayan "Buz Devri", sıkı bir devam öyküsüyle bir kez daha karşımızda... Öyle ki "çizgi sinema"yı çocuk gelişiminde son derece önemseyen biri olarak bu ilk bölüm, bırakın çoluk çocuğu, bir erişkin olarak benim dahi "en iyi filmler" listemde rahatlıkla ilk yüzde yer alıyor. "Buz Devri-2"nin yönetmen koltuğundaki Carlos Saldanha, ilk filmin de yardımcı yönetmenliğini üstlenmiş olan bir sanatçı. Saldanha'nın öykünün akış tekniği ve karakterlerine öyle ciddi bir müdahalesi söz konusu olmadığından, "Acaba bu devam filmi de ilki kadar güzel çıkacak mı" şeklindeki tereddütler de kısa süre sonra yerini yüksek bir tatmin duygusuna bırakıyor. Önceki öykünün odak noktasındaki üç hayvan kahramanımız, bu yeni filmde de konumlarını aynen muhafaza etmekteler ve aynı düzeyde enerjikler. Bu arada, kısa sürede bir beyazperde ikonuna dönüşen ünlü "talihsiz sincap"ımızın bu filmde de kendisine ayrılan yer oranında boy gösterdiğini ve içine düştüğü acıklı hâllerle her yaştan izleyiciyi gülmekten perişan ettiğini hemen vurgulayalım.
SESLENDİRMEDE
MÜTHİŞ "Buz Devri-2"yi ülkemizdeki gösteriminde ayrıcalıklı ve değerli kılan en önemli yönü ise hiç kuşkusuz ki olağanüstü güzellikteki Türkçe dublajı... Öyle, "Türkiye'de dünyanın en iyi dublajının yapıldığı" masalına inanan safdillerden falan değilim; aksine günümüzde -TRT haricindeki- özel sektör firmalarının yaptığı bütün dublajların gerek çeviri kalitesi, gerekse karaktere uygun ses seçimi açısından çoğu kez berbatlık sınırlarını zorladığını gözlemliyorum. Film başına 1000-1500 YTL bütçeyle yapılan bir dublaj çalışmasından da başka türlüsü beklenemez zaten... Ancak, ne ilginçtir ki sıra animasyon yapımlara gelince Türk dublajcılığı bir anda şahlanıyor ve filmin hakkını verebilmek için elinden gelenin en iyisini ortaya koyuyor. Bunda da yine sektörde duyduğum kadarıyla o filmlerin dünya ülkelerindeki gösterimlerini ödünsüz bir titizlikle denetleyen Amerikalı ve İngiliz yapımcıların doğrudan parmağı var. Yoksa, bizden hiç kimsenin durduk yerde "üfleme dublaj" rahatlığını bozup bu denli özenli çalışacağına inanmıyorum doğrusu. Ama demek ki kesenin ağzı biraz olsun açıldığında, tıpkı animasyonlar gibi diğer filmlerde de kaliteli sonuçlar almak mümkün. İşte bu nedenledir ki ilk "Buz Devri"ndeki içtenlikleriyle gözlerimi yaşartan muhteşem üçlü, Ali Poyrazoğlu (Manny), Halûk Bilginer (Diego) ve Yekta Kopan (Cid), diğer bütün o başarılı seslerle birlikte ikinci filmin seyir zevkini de ikiye katlamaktalar. Ben ki artık hiç bir filmi Türkçe izlemekten zerre kadar zevk alamıyorum; ama "Buz Devri" söz konusu olduğunda, orijinali ne denli iyi olursa olsun, bu güzel filmi bizim ekibin dublajı olmadan izlemek gerçek bir kayıp. Gayet neşeli bir ana öykünün eşliğinde sevgiye, saygıya, dostluğa, dayanışmaya ve aileye dair bir çok önemli mesajın istenirse bir çizgi filmin öyküsü içinde bile ne kadar büyük bir görsel başarıyla aktarılabileceğinin çok önemli bir örneği olarak, "Buz Devri"ni çocuklarınızla mutlaka paylaşın.
Sayfamızda, içerdikleri yoğun kültürel kirlilikle, birer "sinema filmi" olmaktan çok öte simgesel anlamlar taşıyan az sayıdaki yerli ve yabancı yapım haricinde, ülke, yönetmen, konu, dağıtıcı şirket vesaire ayrımı gözetmeksizin, gösterime giren her yeni filme şu ya da bu oranda mutlaka yer ayırmaya çalışıyorum. Bunlar arasında uzun uzadıya tanıtamadıklarımızı da en azından "Salonlarda Son Durum" kolonuna ekleyerek sizleri içeriklerinden genel hatlarıyla da olsa haberdar etmekteyim. Söz konusu faaliyetimiz sırasında "Türk sineması"nın yeni örnekleri ise her zaman için ayrıcalıklı ve kayırılan bir konumda oluyor. Çünkü daha önce de defalarca dile getirdiğim gibi, "Kurtlar Vadisi-Irak" gibi istisnai yapımları bir kenara bırakırsak, ulusal sinemamıza ilişkin örneklerin ülkemiz dışında fazlaca bir gösterim şansı yok. Ancak bizim içeriğini çeşitli nedenlerle onaylamadığımız bir yabancı film, burada olmazsa bile diğer düzinelerce ülkede gişesini rahatlıkla yapabilir ve beklediği hasılatı öyle ya da böyle toplar. O yüzden, hiç bir siyasal ayrıma gitmeden, "önce can, sonra canan" felsefesiyle yaklaşıyoruz Türk filmlerine... "Gen" adlı Türk korku filmi ise bunun şimdilik tek istisnası olarak kalacak. Çünkü, yönetmenliğini (ünlü komedyen Şahan Gökbakar'ın kardeşi) Togan Gökbakar'ın yaptığı bu filme ilişkin olarak şu satırları yazdığım dakikaya kadar ne bir basın gösterimi davetiyesi, ne de sayfada kullanabileceğim herhangi bir tanıtım materyali alabildim. Filmin galası yapıldığında da bizler orada bulunamadık; çünkü bırakın davet edilmeyi, galanın tarihini ve saatini bile bilmiyorduk! Sanırım filmin yapım ekibi Yeni Şafak gazetesini tanıtım için kayda değer bir mecrâ olarak görmemişti. O halde Yeni Şafak'ın da "Gen"i tanıtmaya değer bir film olarak görmeyeceğini altını çizerek belirtmeliyim. Aslına bakarsanız, içinde "Gökbakar" soyadı bulunan herhangi bir işte olduğu gibi, bu son olayda da böylesine çirkin ve ayrımcı bir tanıtım faaliyetiyle karşılaşmak beni hiç şaşırtmadı. Şahan Gökbakar, yakın zamana kadar büyük bir keyifle izlediğim bir güldürü sanatçısıydı ve en büyük meslekî arzularımdan biri de onunla gazetemiz için eğlenceli bir söyleşi gerçekleştirmekti. Ancak, beyefendinin "Murat" adlı menajerini bir aya yayılmış bir süreçte toplam 16 kez arayıp da (evet, yanlış okumadınız, tam 16 kez) her seferinde "Biz size randevu için hemen döneceğiz" sözünü duyduktan (fakat, asla bir cevap mesajı alamadıktan) sonra, bu ailenin bütün işlerinin böyle yürüdüğünü nihayet anlamış oldum. O yüzden, Gökbakarlar'a hayatta başarılar diliyorum. Şunu sakın unutmasınlar, Yeni Şafak Türkiye'nin her açıdan çok önemli ve saygıdeğer bir gazetesidir. Bu gazetenin sütunlarında yer almak da her sanatçı için tartışılmaz bir şereftir. Çünkü bizler, adı "sanatçı" olan kişileri önce binbir filtreden geçirir ve bunlar arasından ancak "gerçek" olanlarını okurlarımıza tanıtırız.
"Beyaz Sinema"nın göz yaşartıcı bir dindar-dinsiz işbirliğiyle pek güzel şekilde linç edilmeye çalışılan son dönem örneklerinden "The İmam"ın DVD'si nihayet piyasada... Kendi adıma, hem arşivime koymak, hem de sevdiklerime armağan edebilmek için internetteki bir alışveriş sitesinden derhal 10 adet sipariş verdim. Filmi izleyip de beğenmeyenlerdenseniz, ben değil gökten sinema krallığının ruhanî lideri "Cinematorius" inse görüşleriniz yine de değişmez biliyorum. Ancak, benim tavsiyem daha ziyade şu ana dek "The İmam"ı henüz izleyememiş olanlara... Bu filmi ne yapıp edip tez zamanda edinin. Önce evinizde güzel bir çay demleyin, sonra da oturun ekranın başına ve yönetmen İsmail Güneş'in sizin için anlattığı o küçük öyküyü baştan sona kadar dikkatle izleyin. Sonra da (bir mütedeyyin olarak kendi hayat serüveninizi de gözünüzün önüne getirerek) filmin anlattıklarının ne kadar gerçek, ne kadar yalan ve abartı olduğuna bizzat karar verin. Sizden özellikle "Hacı Feyzullah" ve "köyün delisi" karakterlerini canlandıran aktörlerin performanslarına dikkat etmenizi rica ediyorum. Kendini "Emre"leştirmiş olan Emrullah, yıllar sonra karşılaştığı imam arkadaşı ve köyün ileri gelenlerini canlandıran diğer oyuncular da hiç fena değil; ama bu ikisinin yeri filmde hakikaten çok ayrı. Rollerini oynamıyor, âdeta yaşıyorlar. Hele de "Hacı Feyzullah" tek kelimeyle ödüllük bir performans. Bir de kamera sarsıntılarıyla paralel hareket eden jenerik yazılarına dikkatinizi çekiyorum ki bunun son zamanlarda Türk sinemasında gördüğüm en yaratıcı jenerik tasarımı olduğunu vurgulamalıyım. Tabii, bu arada Eşref Ziya'nın canlandırdığı Emre karakterinin bütün hayatı boyunca örtbas etmeye çalıştığı imam-hatipli kimliğiyle gün gelip köy meydanında en yakın arkadaşının cenazesini yıkamak suretiyle yüzleştiği o unutulmaz sahnede gözyaşlarınızı tutmamanızı salık veriyorum. Filmdeki seslendirme, kamera, ışık ve müzik derseniz, hepsi dört dörtlük. Benim açımdan tek sorun ise kurgusunun bazı yerlerde sarkmış olmasıydı ki yönetmen Güneş umarım bu sorunu DVD versiyonunda çözmüştür. Bu filmi şimdiye kadar dört kez izledim. İlk izlediğim gün, filmden topu topu iki saat kadar sonra, oturup tost yediğim bir büfede yanıma yanaşan snob bir vatandaş, beraberimdekilerle aramızda geçen konuşmalardan gazeteci olduğumu duyunca ilk aşamada benimle muhabbet etmek istemiş, ardından "Yeni Şafak mensubu" olduğumu öğrenince de bir anda yüzü kireç gibi olup alelacele masayı terketmişti. Meslek hayatım boyunca, İslâmî camianın yayın organlarında çalışmaya başladıktan itibaren belki yüzlerce kez karşılaştığım bir reaksiyondu bu. O yüzden, "The İmam"ın film pelikülüne taşıdığı toplumsal trajedi bana hiç bir zaman komik gelmedi, hâlâ da gelmiyor. Çünkü ben o trajediyi, bir imam-hatipli olmamama karşın, istisnasız her Allah'ın günü zaten gırtlağıma kadar yaşıyorum. Solcuların ve hayata bakış itibarıyla onlara benzemeye çalışanların patırtılarıyla değil, kendi öznel yargılarıyla film izleyenler için "The İmam"ın DVD'si aha artık orada duruyor; alın izleyin bakalım, bazılarının Ekşi Sözlük'te yazdığı gibi "Türk sinemasının gelmiş geçmiş en kötü filmi"yle mi karşılaşacaksınız!
"Anne ya da Leyla"nın gösterimine 21 gün kaldı
Yönetmenliğini "Beyaz Sinema" akımının (vaktiyle bu güzel ve anlamlı tanımlamayı literatürümüze kazandıran sevgili Abdurrahman Şen ağabeyin kulakları çınlasın!) öncü yönetmenlerinden Mesut Uçakan'ın gerçekleştirdiği "Anne ya da Leyla", 5 Mayıs 2006 Cuma günü Türkiye sinemalarında gösterime girecek. Uçakan'ın 1995 yılında çektiği "Ölümsüz Karanfiller"den bu yana gerçekleştirdiği ilk uzun metrajlı film projesi olan "Anne ya da Leyla", yitik sevgilisini arayan bir genç adam ile henüz bebekken kendisini bırakıp giden annesinin peşine düşen bir çocuğun yollarının Beyoğlu'nun arka sokaklarında kesişmesini anlatıyor. İnsanları yutan semt Beyoğlu, aslında aynı kişiyi aramakta olan bu iki yol arkadaşına da benzer türden acılı tecrübeler kazandıracaktır. Fazla söze hacet yok sevgili Uçakan... Ayrıntılı biçimde tanıtmak için filminin basın gösterimini sabırsızlıkla bekliyorum ve her zaman için yanındayım. Yeter ki sen bize böyle hayatın içinden kopup gelen öyküler anlatmaya devam et.
Efsanevî uzakdoğu savunma sporları ustası Bruce Lee, hiç kuşkusuz ki sinema oyuncusu olmak için yaratılmış biri değildi. Duygusallıktan uzak kriterlerle incelendiğinde, ölümüne kadar rol aldığı filmlerin pek çoğunda sergilediği oyunculuğun, bırakın vasatı tutturmayı, düpedüz içler acısı bir düzeyde olduğu görülür. Ancak, işine tutkuyla bağlı bu hiper-aktif adamın kısacık ömrüne sığdırdığı bir avuç B-sınıfı serüven filminde -günümüzde ondan izler taşıyan filmler çektiğini iddia eden Quentin Tarantino'da kesinlikle bulunmayan türden- çok farklı bir özellik gözlenir. Ki o özellik de "içtenlik"dir. Zorlu bir dövüş hareketini, gerektiğinde sakatlanmak pahasına, ama elinden geldiğince zarif ve inandırıcı biçimde gerçekleştirmek için ortaya konulan alabildiğine yoğun bir içtenlik... "Martial Arts" olarak da adlandırılan savunma sporlarında başlıbaşına yeni bir ekolün kurucusu ve yayıcısı olan Bruce Lee, bütün filmlerindeki dövüş kareografilerini doğrudan doğruya kendisi hazırlardı. O yüzdendir ki ünlü yıldızın serüvenleri, ölümünün üzerinden otuz yılı aşkın bir süre geçtikten sonra bile, içerdikleri onca teknik soruna karşın sırf estetik yetkinlikleriyle de olsa kitleleri günümüzde hâlâ aynı coşkuyla ekran başına toplayabiliyorlar. Bir Bruce Lee filminde "kötüler" mücadeleden asla galip ayrılamaz, günahsız insanların kanı da kesinlikle yerde kalmaz. Aynı şekilde, kahramanımız istikrarlı bir biçimde her yeni öyküsünde "ezilen sınıfların temsilcisi" olarak karşımıza çıkar. Kimbilir, şiddet sinemasının kan revan içindeki çağdaş örnekleri karşısında aslında bir hayli naif kalan Lee'yi bugün bile rakipsiz kılan yönü belki de bu olmalı. Filmlerinin içerdiği o şaşmaz "adalet duygusu" ve rol yapmadaki yeteneksizliğini dövüş sahnelerindeki olağanüstü kareografileri sayesinde başarıyla örtebilmesi... Bu hafta "Sine-Bulmaca"da sizlerden, bu ünlü dövüş ustasının tamamlayamadan öldüğü son filmini hatırlamanızı isteyeceğiz. Anılan filme başlayıp bazı önemli sahneleri çektikten sonra "Ejder'in Üç Fedaisi" (Enter the Dragon) adlı -günümüzde artık klasik mertebesine erişmiş durumdaki- bir başka proje için teklif alan Lee, gelen bu yeni teklifin çok daha iddialı bir yapım olması nedeniyle ilkinin çekimlerine ara vermiş ve Hong Kong'da kurulan setlerde öncelikle "Ejder"i tamamlamıştı. Sonradan kendi türünün aşılmaz yapıtları arasına giren bu filmin gişede büyük bir başarı kazanmasıyla birlikte yeniden yarım bıraktığı projeye dönen ünlü yıldız, eksik bir kaç planı daha çektikten sonra 20 Temmuz 1973 günü, henüz 33 yaşındayken geçirdiği bir beyin kanaması sonucu hayata vedâ edecekti. Söz konusu film, Lee'nin beklenmedik ölümü nedeniyle yarıda kaldığında senaryonun henüz yalnızca yüzde 50'lik bir bölümü çekilebilmişti. Ancak, filmin -Lee'nin bir önceki filmi "Ejder"i de çeken deneyimli yönetmeni- kimi önemsiz sahnelerde yıldızın geçmiş yıllarda rol aldığı yapımlardaki görüntülerini kullanarak, kimi sahnelerde de ona benzeyen Çinli bir dublörle çalışarak, bu talihsiz projeyi 1978 yılında zorlukla da olsa tamamlamayı başardı. Başına gelen türlü felaketlerden dolayı, kaçınılmaz biçimde ciddi anlatım kopuklukları içeren film, buna karşılık gösterime çıktığında sırf büyük ustanın son çalışması olması nedeniyle bile dövüş sporları tutkunları arasında büyük ilgiyle karşılandı ve zaman içinde kendi türünün önde gelen örneklerinden birine dönüştü. Derin çatlaklarla akıp giden öyküsüne boş verip sırf Lee'nin bir kung-fu müsabakasını âdeta bir bale gösterisine çeviren o benzersiz stilize oyunculuğu için izlendiğinde, filmin birbirinden etkileyici sahnelerle dolu olduğu görülür. Özellikle de dönemin dünya karate şampiyonu Bob Wall ile bir dövüş salonunun soyunma odasında yaptığı ölümcül dövüş, bugün bile martial arts türü içinde çekimi oldukça zor sahneler arasında kabul edilmektedir. Bruce Lee'nin, öykünün son yarım saatinde giydiği ünlü "sarı eşofman"ıyla serüven sinemasında bir simgeye dönüşmüş olan bu son yapıtının İngilizce ve Türkçe adını, Amerikalı yönetmeninin adını, özgün müziklerini hazırlayan İngiliz bestecinin adını ve de finalde kendisiyle soluk kesici bir dövüş gerçekleştirdiği dünyaca ünlü Müslüman sporcunun adını biliyor musunuz? (Söz konusu Müslüman sporcu, gerçekte bir film yıldızı olmamasına karşılık, Bruce Lee'nin kung-fu dersi verdiği dostlarından biriydi. Ve onun hatırını kıramayarak bu filmde "konuk oyuncu" sıfatıyla kısa bir rol almıştı. Sonuçta da bu sıradışı ikili, sinema tarihinin en heyecan verici dövüş sahnelerinden birine imza attılar.) Doğru cevapları (adları ve açık adresleriyle birlikte) 20 Nisan 2006 Perşembe günü saat 11.00'e kadar sinebulmaca@yahoo.com elektronik posta adresine gönderen okurlarımız arasından bilgisayarda rastgele tercihle seçilecek olan üç talihli, Amerikalı yönetmen Andrew Niccol'un "Savaş Tanrısı" ("Lord of War" / Oynayanlar: Nicholas Cage, Jared Leto, Ethan Hawke) adlı filminin birer DVD'sini kazanacaklardır. Hepinize iyi şanslar...
7 Nisan 2006 Cuma günü sorduğumuz soruların doğru cevapları şöyle:
- Filmin Orijinal Adı: "The Shining"
Yarışmamız bu hafta kendi rekorunu kırdı ve yurdun dört bir yanından gelen toplam 283 cevap ile başlangıcından bu yana gözlenen en yüksek katılım oranına ulaştı. Bunlardan ise toplam 245 tanesi yukarıdaki cevapları eksiksiz olarak içermekteydi. Bu arada, her zaman olduğu gibi, yanlış cevap veren ya da doğru cevaplarına -bütün uyarılarımıza rağmen- adını, soyadını ve açık adresini yazmayan okurlarımızı ise üzülerek elemek zorunda kaldık.
- Fehaddis Muslu / KAYSERİ
Talihlilerimizin armağan DVD'leri, Oscar ödüllü "Çarpışma" ("Crash" / Yönetmen: Paul Haggis) çok kısa bir süre içinde taahhütlü postayla adreslerine gönderilecektir. Bütün katılımcılarımıza ilgileri nedeniyle teşekkür ederken, yeni katılımlarınızı beklediğimizi bir kez daha hatırlatmak istiyoruz. Unutmayın ki bu köşenin amacı hem eğlenmek, hem seçkin filmler kazanmak, hem de "sinema tarihini araştırmak ve öğrenmek!"
|
|
Ana Sayfa |
Gündem |
Politika |
Ekonomi |
Dünya |
Aktüel |
Spor |
Yazarlar Televizyon | Sağlık | Bilişim | Diziler | Künye | Arşiv | Bize Yazın |
Bu sitede yayınlanan tüm materyalin her hakkı mahfuzdur. Kaynak gösterilmeden çoğaltılamaz. © Yeni Şafak Tasarım ve içerik yönetimi: Yeni Şafak İnternet Servisi |