T ü r k i y e ' n i n   B i r i k i m i

Y A Z A R L A R
El değmedik ne kaldı

Şehirler bildiğiniz ve yaşadığınız haldedir. Artık bunları yazmak, bunlardan yakınmak da tesirini kaybediyor, bir bıkkınlık uyandırıyor. Göç, nüfus yoğunluğu, betonlaşma, rant, çöp, hava kirliliği, gürültü, yozlaşma, çirkinlik; evde-takside-lokantada-çay bahçesinde-iş yerinde-sokakta televizyonda bangır bangır kasetler, klipler vesaire...

Ardından stres, bunaltı, can sıkıntısı, kıstırılmışlık, geçim derdi, kriz, intihar, nemelazımcılık, bencillik, şiddet vesaire...

Siyaset, iş dünyası, vurgunculuk, çürüme, erdemsizlik, onursuzluk, kişilik erimesi, psikolojik bozukluklar, depresyon vesaire...

Ara-sıra "eski günler" hayali, nostalji, umutsuzluk..

Ve bir "kaçış düşüncesi"...

Tatil, turizm...

Dalgaların kıyıya vurduklarında çıkan hışırtı, kuş sesi, hafifçe esen yel, yosun kokusu, gökyüzü ve yıldızlar..

Dertlerden, baskılardan kurtuluş, bir gevşeme, dinlenme, dinçleşme hayali. Bir sulu şeftali, bir dağ yürüyüşü, bir olta ve durgun bir göl..

Bütün bunlar için katlanılan sıkıntı. Artırılan paralar, borca girilip alınan araba, belki bir küçük çadır, bir devremülk daire, bir kooperatif merakı..

Sonra yine bildik nakarat: Kıyı yağması, kirlenen deniz, ağaçların dibinde, çimenlerin içinde pet şişeler, gazete yırtıkları. Su derdi, fosseptik kokusu, hınca hınç plajlar, birörnek siteler, gazinolar, aynı müzik, aynı meşrubat, aynı giysiler, aynı görüntüler...

Denizler, kıyılar ve koylar; orman içleri, tepelere çıkan beton yığınları, toprak yolda arabalar, toz-duman.

Nereye gitse insanlar, bu şehir ahalisi, kasetlerini, kolyelerini, televizyonlarını, BBG evini, bot ve bisikletlerini götürüyor. Ucuz aşklarını, mecmualarını, haset ve kaçamaklarını. Tabii paralarını götürüyorlar, banka kartlarını..

Köylüler onlar için bütan gaz bayileri, benzin istasyonları, marketler, kendin pişir-kendin ye bahçeleri, bazlamalar, eşek turları, ayranlar, kilimler, yayla havaları hazırlıyor..

İstila şehirlerden, kasabalardan, kıyılardan, köylerden yaylalara, dağ başlarına, el değmemiş köşelere doğru ağır, ağır yayılıyor.

Ahşap ahşabı kemiren kurt; taş, taşa tutunmaya çalışan yosun, kuş, kuşu kovalayan kartal, tavşan, keklik, çiçek, böcek yurdunu yuvasını terkedip, yukarlara, dağlara doğru gidiyor...

Gidiyor ama kurtaramıyor kendini, dağlara helikopterler iniyor, dürbünlü tüfekler, ayı avları, dağ keçisi turları...

Bütün bunlar, bu hercümerc insanların içindeki sıkıntıyı yok etmiyor. Güneş yanığı tenleri ile şehre dönenler bir sigara yakıp, nasıl geçtiğini anlamadıkları üç beş günün, bir iki haftanın dedikodusuna çöküyorlar. Bankalar, bilançolar, döviz kurları, ihracat kredileri, siyasî istikrar, dış politika, fabrikalar, bilgisayarlar, dişliler ve çarklar dönüp duruyor...

Bir saat işliyor yanıbaşımızda...

Zaman sanki bir ırmak ve su gibi aksın. Sen gözlerimde bir renk ve içimde bir vaziyet olarak kalacaksın.

Ne vaziyet ama...


3 Temmuz 2002
Çarşamba
 
MUSTAFA KUTLU


Künye
Temsilcilikler
ReklamTarifesi
AboneFormu
MesajFormu

Ana Sayfa | Gündem | Politika | Ekonomi | Dünya
Kültür | Spor | Yazarlar | Televizyon | Hayat | Arşiv
Bilişim
| Aktüel | Dizi | Röportaj | Karikatür
Bu sitede yayınlanan tüm materyalin HER HAKKI MAHFUZDUR. Kaynak gösterilmeden çoğaltılamaz.
© ALL RIGHTS RESERVED