T ü r k i y e ' n i n   B i r i k i m i

Y A Z A R L A R
Sekülerlik, insanı barbarlaştırıyor

Türkiye, dünyaya kapatılan bir ülke olduğu için farketmekte zorlandığımız yakıcı bir gerçek var: Dünyada din'in "öldürüldüğü" bir zaman diliminde yaşıyoruz: Artık din'in yerini, din-dışı sahte, sanal, baştan çıkarıcı seküler kutsallıklar almış durumda. İnsanlık tarihinde din'in bu denli hayattan uzaklaştırıldığı başka bir zaman dilimi yaşanmadı.

Ernst Gellner, iki tür sekülerleşme sürecinin varolduğundan sözeder: Birinci sekülerleşme süreci, dinin, hayattan uzaklaştırılması, sadece bireysel bir inanç meselesi haline getirilmesidir. Bu süreç, 16. yüzyıldan itibaren Rönesans ve Reformasyon'la birlikte başlayan ve 20. yüzyılın ilk yarısına kadar süren "modern dönem"e ait bir süreçtir. Bu süreçte, otorite, hegemonya ve meşruiyet kaynakları, Kilise'nin dogmalarına karşı belirlenmiş, tanımlanmış ve kurumsallaştırılmıştır.

İkinci sekülerleşme süreci ise, dünyevî olanın mutlaklaştırılması ve kutsanması; din-dışı seküler kutsallıkların hayatımızın merkezine yerleş(tiril)mesidir. İkinci sekülerleşme süreci postmodern dönemin sekülarizm dinidir; bu sürecin kökenlerini elektronik devrime, yani 19. yüzyılın ikinci yarısına kadar götürebiliriz.

Avrupa tarihine yakından bakıldığında sekülarizmin veya sekülerleşmenin dinin yerini almasının kaçınılmaz olduğunu görürüz: Kilise'nin (dikkat Hıristiyanlığın değil, Kilise'nin) insanı, doğuştan suçlu / günahkâr kabul eden ve insanı işlemediği suçlardan sorumlu tutan ilk günah veya aslî günah teorisi, insanın özgür iradesini sıfırlamış; bu da insanın hareket ve varoluş alanını alabildiğine daraltmıştı. İşte bu durum, Avrupa'da kaçınılmaz olarak, insanın özgür iradesini kullanma mücadelesi ve savaşı verilmesini zorunlu kılmıştı. İnsanın özgür iradesini özgürce kullanma mücadelesi, Avrupa tarihinde sekülerizmin doğmasına, köksalmasına; seküler güçlerle Kilise otoriteleri arasında yüzyıllar sürecek bir çatışmanın yaşanmasına yol açmış ve sonunda Kilise bu mücadeleyi kaybetmiştir.

Kilise'nin bu mücadeleyi kaybetmesi hem kaçınılmazdı, hem de gerekliydi. Çünkü Kilise, Hıristiyanlık tarihinin başlangıcından itibaren vahiy'le ilişkisini koparmış; pagan geleneklerle giriştiği mücadele sonrasında pagan geleneklere yenik düşmüş ve pagan (=putperest) gelenekler tarafından dönüştürülmüştü. Akıl ile vahiy arasındaki (birbirini iten değil, birbirini bütünleyen) ilişkiyi sağlıklı bir şekilde kurmayı başaramayan -Şinasi Gündüz'ün yerinde tanımlamasıyla- kendisini bir peygamber gibi gören "Hıristiyanlığın mimarı" Aziz Pavlus ve izleyicileri, Hıristiyanlığı ve vahyî öğretisini tersyüz etmişlerdir. (Ülkemizde genelde dinler tarihi, özelde Hıristiyanlığın dönüştürüldüğü bu erken döneme ilişkin öncü çalışmalara imza atan Şinasi Gündüz'ün çığır açan çalışmalarından daha sonraki yazılarda ayrıntılı olarak sözedeceğim. Gündüz'ün "Pavlus: Hıristiyanlığın Mimarı" başlıklı kitabının, dünyada da pek benzeri olmayan bir başyapıt olduğunu hatırlatmak isterim). Hıristiyanlığın erken dönemi, sadece Hıristiyanlığın tarihsel serüvenini anlayabilmek ve anlamlandırabilmek açısından değil, bugün tüm dünyanın karşı karşıya kaldığı sorunların kökenlerini saptayabilmek, insanlığın geleceğini ve gelecekte İslâm'ın neden belirleyici bir rol oynayabileceğini görebilmek açısından da hayatî önem taşıyor.

Bugün dünyanın karşı karşıya kaldığı temel sorunların kökeninde Avrupa tarihinde yaşanan Kilise dogmaları ve dogmacıları ile sekülarizm dininin kurucuları arasındaki tartışmalar, zorlu, şiddet yüklü ve kanlı mücadeleler ve savaşlar yatıyor.

Avrupa tarihi, çağımızın yaşayan en büyük medeniyet tarihçilerinden William McNeill'in de altını çizdiği gibi tam bir ifrat ve tefritler tarihidir. İfrat-tefrit meselesinin, en belirgin olarak gözlendiği, bütün bir Avrupa tarihini sarstığı alan, insanın ve Tanrı'nın yeri ve mahiyeti meselesidir: Kilise Hıristiyanlığı, insanın özgür iradesini elinden alırken, sekülarizm dininin kurucuları Rönesans'tan itibaren insanı hayatın merkezine yerleştirmiş, tanrılaştırmıştır: Artık insan, hem doğaya, hem Tanrı'ya, hem de dünyaya çeki düzen veren sahte bir tanrı haline gelmiş, Tanrı'nın rolünü oynamaya başlamıştır. Oysa bu, özelde Tanrı'nın, genelde ise bütün bir insanlık tarihinin karikatürize edilmesinden başka bir şey değildir.

İslam tarihinde de, Batı-dışı toplumların tarihinde de bu tür bir sorunun yaşanmadığını; o yüzden Batı medeniyetinin, insanlık tarihinde marjinal ve sapkın bir tecrübe olduğunu, bu marjinal ve sapkın tecrübenin, hem Batı toplumlarına, hem de insanlığa pahalıya patlayan büyük yıkımlara yol açtığını, o yüzden kesinlikle kendi sonunu hazırladığını görmemiz gerekiyor.

Nitekim bizzat Batılı düşünürler bu yakıcı gerçeği görüyorlar ama biz göremiyoruz. Çağımızın yaşayan en büyük düşünürlerinden Jean Baudrillard, bu gerçeği şöyle özetliyor: Batı kültürü, 2500 yıllık tarihi boyunca sürekli olarak aslî dinamiklerini aşındırıyor ve bilim, teknoloji ve askerî teknoloji gibi arızî dinamiklerle / enstrümanlarla sürgit hegemonya üretmeye çalışıyor. Baudrillard, Batılılar'ın arızî dinamiklerle hegemonya üretmelerinin, Batı kültürünün yaşadığı anlam krizini örtme ve gizleme amacı güttüğünü vurguluyor. Baudrillard'ın dikkat çektiği noktayı anlayabilecek bir zihinsel donanıma sahip değiliz henüz.

Batı kültürü ve düşüncesi, tüm yaratıcılığına ve "zenginliği"ne rağmen insanın konumunu hâlâ belirleyememiş, sınırlı özelliklere ve kabiliyetlere sahip olan insanı Tanrı'nın yerine yerleştirecek kadar sığ ve karikatür bir kültürdür. Tanrı'yı ve dolayısıyla dini hayattan kovmak, Protagoras ve Heidegger'in 2500 yıl arayla telaffuz ettikleri gibi insanı "her şeyin ölçüsü ve ölçütü" haline getirerek Tanrı'nın yerine yerleştirmek, böylelikle Marksizm'den beslenen Susan Sontag'ın deyişiyle "Tanrı'yı öldürmek en büyük cinayettir" ve tüm şiddet biçimlerinin kaynağı budur.

Bugün Amerika'nın Batı kültürünün dışındaki kültürleri tehdit olarak algılaması, bu kültürlere mensup toplumların ancak Batı kültürünün ve dolayısıyla Amerika'nın ürettiği siyasi, ekonomik ve kültürel kodlara, paradigmalara ve hakimiyet biçimlerine karşı çıkmadıkları, Amerikan kültürüne ve hegemonyasına itaat ettikleri, (yani "canlı cenaze" olarak "yaşamayı" (!) kabul ettikleri) sürece varlıklarını koruyabileceklerini söylemesi kesinlikle tesadüfî değildir. Bunun temel nedeni, Batı kültürünün insanı, hayatın; Batı'yı, Batılı insanı ise dünyanın merkezine yerleştirmesi ve dünyanın efendisi / Tanrısı olarak algılamasıdır. ABD'nin dünyaya çeki düzen vermeye kalkışmasının, kendisine itaat etmeyen rejimleri ve liderleri "çıkarlarımızı zedeliyorlar" diyerek düşman ilan etmesinin ve ABD'nin çıkarlarına hizmet etmediği düşünülen liderleri alaşağı etme totalitarizmini meşrulaştırmasının nedenleri burada gizlidir. Oysa asıl şiddet, asıl çılgınlık budur. "Uygar barbarlık" böyle bir şey olsa gerek.

Not: Kanal 7 yazıları sizlere ömür!


3 Temmuz 2002
Çarşamba
 
YUSUF KAPLAN


Künye
Temsilcilikler
ReklamTarifesi
AboneFormu
MesajFormu

Ana Sayfa | Gündem | Politika | Ekonomi | Dünya
Kültür | Spor | Yazarlar | Televizyon | Hayat | Arşiv
Bilişim
| Aktüel | Dizi | Röportaj | Karikatür
Bu sitede yayınlanan tüm materyalin HER HAKKI MAHFUZDUR. Kaynak gösterilmeden çoğaltılamaz.
© ALL RIGHTS RESERVED