AYDINLIK TÜRKİYE'NİN HABERCİSİ

D Ü Ş Ü N C E    G Ü N L Ü Ğ Ü
Hayallerin, hazların ve imajların tüketimi

Tatminsizlik, sorgu ve açgözlülük şeklinde nükseden modern insandaki yenilik ihtiyacı kişinin temel inanış, duyuş ve algılayışlarına varana dek macerasına son vermez. Bu arayış ve cüret duygusu kendini Descartes'a ait kartezyen mantığın beden, mekan ve metalardaki tezahürü olan 'moda' şeklinde gösterir.

Hayallerin, hazların ve imajların tüketim acentası olarak moda, aslında etkisi oldukça yanlış değerlendirilen bir sosyal güçtür. Ekonomik bir dev olarak faaliyet göstermesinin yanında asıl, sosyal ve gündelik ilişkileri organize edip yönlendirmede ön plana çıkar. Yürürlükteki kodları çiğnemek, tekdüzelikle savaş ve farklılık bolluğu parolasıyla normlarını meşrulaştıran moda, kendini daha çok giysi seçiminde, boş zaman faaliyetlerinde, tüketim mallarında ve bedensel özelliklerde gösterir. Tüketicilerin zevkine hitap etme, sosyal alışkanlıklar oluşturma ve kimlik inşası gibi üç önemli ekonomik, sosyal ve kültürel alan arasında mekik dokuyan moda; takipçilerine farklılık, isim, marka, imaj, simge ve etiket adı altında sosyal bir aidiyet duygusu vererek onları ürün ve tarz okyanusunda sakinleştirir.

Bu aidiyet ve tarz duygusu kendini daha çok bazı markalarla bütünleşme şeklinde gösterir. McDonald'sçılar, Coca Cola bağımlıları, BMW ya da Mercedes müptelaları, Marlboro adamlar, Nike müritleri, Donna Karan bağlıları, Lewis'ın düşük belli blucin kızları vb.. Saran, giydiren, taşıyan, yediren ve içiren moda çok yönlü cazibesi ve kendine has terapi yöntemleriyle insanları etkisi altına alarak şekle sokar. Kurallar koymaktan çok kendini tercihlerle kabul ettiren moda bireyselliği zevklere, tüketimi ise sosyal bir aidiyete dönüştürür. Yaşı, ekonomik ve sınıfsal kökeni ne olursa olsun herkesin kendi kendini geliştirme ve ifade etme olanağına sahip olduğunu iddia eder. Bu anlamda, modern tüketicilerin gündelik ve kültürel yaşamlarında karşılaştıkları sorunları çözen sosyal bir psikolog işlevi görür.

Modanın can simidi tıpkı modernitede olduğu gibi "yenilik" mitidir. İnsanlara yeni olanın verdiği iyileştirici etkiyi aşılayıp onları eski olanın stres ve obsesyonundan kurtaran modanın neredeyse modernite ile eş anlamlı hale geldiğini belirten Douglas Kellner, "Moda, modernitenin tamamlayıcı öğesidir. Eskiyi değersizleştirip yeniyi meşrulaştıran moda; değişik bedenler, farklı zevkler, tatlar, ürünler, mekan ve eylemler pratiğine dayanır" diyor. Tatminsizlik, sorgu ve açgözlülük şeklinde nükseden modern insandaki yenilik ihtiyacı kişinin temel inanış, duyuş ve algılayışlarına varana dek macerasına son vermez. Joanne Finkelstein ise, moda düşüncesinin bir yerde Descartes'a ait kartezyen mantığın beden ve mekanlardaki tezahürü olduğunu söyler. Bu da, merkezsiz ve sınırsız bir özneyi onaylayan modernite ile tuhaf ve aşina olanı bir araya getiren modanın birer ayaklarının hala metafizikte olduğu anlamına gelir.

Ticaret ve kültürün romantik macerası

Moda kültürü kendini daha çok insanların bedeninden duyduğu huzurda ya da huzursuzlukta belli eder. Hem güvenlik hem de macera arayışındaki bedenin başkalarına yönelik bir gösterge olarak kullanıldığı modern toplumlarda vücut sağlığını koruma teknikleri, spor, diyet, egzersiz, kozmetikler, takılar vb. pratikler cazip hale gelir. Bu anlamda moda, sosyal ve duygusal beklentiler ışığı altında bedenin yeniden inşa edilmesine, yeni bir görünüm ve kimlik kazanmasına açılan kapıdır. "Eğiten ve yaltaklanan" bir satış stratejisi izleyen modada, ticaret ve kültürün romantik macerasından kesitler vardır. Foucault'un terminolojisindeki iktidar retoriğiyle konuşacak olursak, insanı kendini sürekli olarak yeniden icat etmeye ve keşfe zorlayan moda, bir yerde tüketimin yeniden üretilmesidir. Horkheimer ve Adorno, üretim alanında tezahür eden kapitalist meta mantığının aynısının tüketim alanında da görülebileceğini iddia ederler. Reklam, pazarlama ve endüstri tasarımcılığı yoluyla satın alınan ürünlere kullanım değerinden başka soyut anlamlar da yükleyen moda endüstrisi sabundan parfüm, giysi ve otomobile; beyaz eşyadan içecek ve giyeceğe; okuma-yazmadan, müzik, sinema ve tatile kadar geniş bir yelpazeye dağılan tüketim mallarına romantizm, sevda, arzu, egzotiklik, güzellik, doyum, ilericilik, vaat ve statü gibi imajlar iliştirir (Featherstone).

Modanın ironisi

Kimi sosyal teorisyenler, bazı kişisel rahatsızlıklar ile toplu başkaldırıların kendini daha çok imajda gösterdiğine inanır. (Simmel, Bell). Metropollerdeki simge ve imaj sağanağının insanları farklılaşmaya, sosyal kopuş duygusuna, yıkım, yalnızlık ve ilgisizliğe ittiğini belirten Simmel'e göre, kişisel tatmine ulaşmak ve aidiyet erozyonlarını frenlemek isteyen insanlar farklarını moda, moda olan statü , rol, simge ve sembollerle abartır ve toplumla "farklılaşarak uzlaşırlar". Fakat bütün bunlara rağmen modanın ironisi ne yapsa da kişiyi farklılaştıramamasıdır. Aslında moda bildiğimizin zıddına bireyleri farklılaştırmaz, aynılaştırır. Sosyal olarak homojen bir kitle yaratır. Birey kültüründen daha çok bir grup ve cemaat kültürü ve kültü oluşturur. Paylaşılan ortak bir kodlar sistemi içinde cüz-i bir aykırılık yaratır.

Böylece birey, sınırları çizilmiş estetik bir alan içinde ayniyet kazanarak farklılaşır. Çünkü kullanım değerlerinden daha çok sembolik ve kültürel kıymetleriyle ön plana çıkan giysi, yiyecek, düşünüş, jest, tavır, konuşma ve mekan gibi metalar ancak belli bir dağılım içindeki tercihlerden ve değeri bazı tüketici kavimlerince onaylanmış tarzlardan alınır. Örneğin "Just do it", "Get a life" veya "Hard Rock Cafe" gibi olabildiğince banal ifadelerin yer aldığı ve mantar gibi her tarafta karşımıza çıkan tişörtler bu iddia sahiplerinin sosyal olarak kabul edildiğini ve belli bir tüketici kavminin üyeleri olduklarını gösterir aslında. Bu aynılık, içinde hem bir ironi hem de bir trajedi taşır ne yazık ki.

  • BERCAN TUTAR / GAZETECİ


    Din işleri 'ahiret'e mi BIRAKILMALIDIR?

    Artık din işleri devlet eliyle yürütülmekte, fakat zapt edilen vakıfların ayırdığı kadar akar, tahsis edilen amaca harcanmamaktadır. Harcananlar da vergilerle karşılanmaktadır. Vakıf idaresinde iken daha fazla sayıda din görevlisi -mesela Süleymaniye Camii'nde 170 kişi- ile din hizmetleri yürütülürken, şimdi her camiye bir imam ve bir müezzin bile çok görülebilmektedir.

    Geçtiğimiz günlerde Diyanet teşkilatına verilecek kadronun artırılması hükûmet ve meclis üyeleri ile beraber gazeteciler arasında da tartılışıldı. Bütün bu tartışmalar sırasında dikkate alınması gereken çok önemli bir noktanın ihmal edilmesi sebebiyle Diyanet teşkilatı kadrosundan öte din hizmetlerinin vaziyeti ve gereği tartışılıyor, meselenin garip bir hal alıyor.

    Şöyle ki; 1924 öncesinde bir çok başka faaliyet gibi din hizmetleri de tesis edilen vakıflar yoluyla ifa edilirdi. Vakıf, İslam Hukukuna göre mülkiyeti Allahía geliri kullarına bırakılmış mal; hukuktaki tarifiyle de belli bir amaç için tahsis edilmiş mal topluluğudur. Mal sahipleri kendi mallarından arzu ettikleri bir maksat için kendi belirledikleri şartlarla harcanması için ayırır, mahkemede de tescil ettirerek vakıf tesis ederlerdi. Vakıflar, mütevellilerince idare edilir ve devlet makamlarınca da takip ve murakaba edilirdi. Sağlık, eğitim hizmetleri gibi din eğitimi veren ve din hizmetlerini gören müesseler de (cami, medrese, imarethane, tekke, türbe vs.) varlıklı kişilerin kendi mülklerinden ayırarak tesis ettikleri vakıfların gelirleriyle kurulur ve yürütülür, görevlilerinin ücretleri de bu gelirlerle ödenirdi. Bunları takip eden makamlar da Osmanlı Devleti'nin Meşihât Makamı ve Ankara Hükûmeti'nin Şer'iyye ve Evkaf Vekaleti idi. 1924'te Şeríiyye ve Evkaf Vekaleti lağvedilmiş, vakıflar, -kanunun ifadesiyle- 'zapt' edilip kurulan Vakfılar Umum Müdürlüğüíne bağlanmış, vakıfların ifa ettiği hizmetlerin devlet kurumları eliyle, din işlerinin de ancak Diyanet İşleri Riyaseti'nce yürütüleceğine karar verilmiştir. Böylece vakıflarëzaptí edilmiş, hatta bazı vakıf mülkler satılıp gelirleri hazineye ve kurulan katma bütçeli idarelere aktarılmıştır. Kapatılan medrese, tekke ve türbelerin mülk ve gelirlerine el konulmuş, bir kısım camiler de kapatılıp başka maksatla kullanılmıştır. Din işleri de devlet tarafından görülmeye ve görenler devlet memuru olduklarından ücretleri hazineden ödenmeye başlanmıştır. Artık din işleri devlet eliyle yürütülmekte, fakat zapt edilen vakıfların ayırdığı kadar akar tahsis edilen amaca harcanmamaktadır. Harcananlar da vergilerle karşılanmaktadır. Vakıf idaresinde iken daha fazla sayıda din görevlisi -mesela Süleymaniye Camii'nde 170 kişi- ile din hizmetleri yürütülürken şimdi her camiye bir imam ve bir müezzin bile çok görülebilmektedir.

    İstanbul Vakıflar Bölge Müdürlüğü yetkilileri, din hizmetleri, eğitim, sağlık, şehircilik, bayındırlık hizmetleri ve askeri hizmetlerin bir kısmının vakıflar tarafından yerine getirildiğini övünçle söylüyor ve şöyle bir iktibasta bulunuyor: 'Osmanlı İmparatorluğu devrinde pek büyük bir inkişafa mazhar olan vakıflar sayesinde bir adam vakıf bir yerde doğar, vakıf beşikte uyur, vakıf mallarından yer ve içer, vakıf kitaplardan okur, vakıf bir medresede hocalık eder, vakıf idaresinden ücretini alır ve öldüğünde vakıf bir tabuta konur, vakıf mezarlığa gömülürdü.' Ancak kendisinin de idare edenler arasında olduğu bu vakıfların niye artık bunları yapmadığıyla ilgileniyor gibi gözükmüyor.

    Bu konuyla ilgili olarak bazı aydınlar 'laik devlette yalnız dünyaya yönelik değil ahirete yönelik hizmet de vermek düşündürücüdür' diyor. "KİT durumuna gelen Diyanet'ten nasıl kurtulunur" deniyor. Oysa biliyorum ki cami cemaatinin böyle bir meselesi yok. Yalnız cami dışında 'cemaat' olmuşların Diyanet'in yerinde olmak arzuları olabilir. Görüyorsunuz ki insanların gönüllü kurdukları müesseseler ve vakfettiği gelirler zorla alınmış ve 'gelirini biz alacağız hizmeti de biz yürüteceğiz' denmiş. Bu durumda artık din işi diye -hatta yerine ahiret işi diyerek- üzerine aldığı vazifeyi yapmamak hukuksuzluktan başka ne olur? İşte bu sebeple din hizmetlerinn sağlık veya eğitim hizmetinden pek farkı yoktur. Problem çözmek için düşünmek yetmiyor, bilmek ve hakkaniyete riayet etmek de gerekiyor.

    Evet, izah etmeye çalıştığım husus şudur: Bahsettiğiniz mesele devlet gelirlerinin nerelerde harcanacağı yahut yürütülen kamu hizmetlerinin hizmeti almayanlardan karşılanıp karşılanamayacağından ibaret değildir. Hatta bu mesele yalnızca din hizmetleriyle değil, eğitim ile, sivil müesseselerin durumuyla, vakıf ve mülkiyet hukuku ile, diğer kamu hizmetlerinin yürütülüşüyle, pek çok tarihi eserin harap haliyle, yani vatandaşının hayır yapmış olmak maksadıyla tahsis ettiği malları devletin zaptedip ne yaptığıyla alakalıdır.

    Şimdi soruyorum:

    1) Bütün bu hizmetleri gören vakıflara ve mallarına ne oldu? 2) Şimdi bütün bunları bilenler ya da henüz öğrenenler acaba zapt edilen vakıflarla mı yoksa din hizmetlerinin Diyanet'le değil de nasl yürütüleceğini mi düşünürler? 3) Ülkemizde bu soruları sormaya ve cebap almaya yetecek kadar 'her hukuk devletinde olması gereken- demokrasi ve mesuliyet hissi' yok mudur?

  • KADİR TURGUT / ÖĞRENCİ


    İstikamet nereye?

    Toplum olarak farkında olsak da, olmasak da derinliği ölçümsüz bir uçurumun kenarındayız. Öyle bir uçurum, öyle bir irtifa kaybı, öyle bir sarhoşluk hali ki, aklımızı başımızdan, başımızı gövdemizden, gövdemizi imanın nurlu atlasından ayırıyor. Ve öyle bir yangın ki kapımızın eşiğinde ve evimizde... Bir Allah dostunun tasvirinde ifadesini bulduğu gibi, 'evimiz tutuşmuş yanıyor.' Evimizde evladımız var ve evladımızın yanması demek imanın yangına teslim olması demek. Sonrası elbette ki insanın en büyük imkanının elinden gitmesi, en kıymettar sermayesinin telef olması demek. Peki bu yangın kapılarımıza kadar yaklaşırken biz neredeydik? Yangın evimizi sardığında ne yapabildik/ yapabiliyoruz? Birinci ihtimal ya evimizi boş bıraktık, yani kalbimizi, yani hayatımızın merkezini.. İkinci ihtimal yangının tesirini ve küçüklüğünü dikkate almayarak, bekledik ya da seyirci kaldık.. Üçüncü ihtimal ki bu zora talip olanların ve işlerini şansa bırakmayanların durumudur; elimize bir kova su -can suyu- aldık cansiperane yangına daldık ne varsa kurtarmaya çalıştık yani müdahil olduk. Ama yangının büyüklüğü karşısında acz içinde kaldık.

    Hepimiz durumdan şikayetçiyiz, hepimiz yaşadığız hayatımızın her dakikasının aleyhimize işlediğini düşünüyoruz. Hatta kimi zaman arzın bu kadar çirkefliği ve rezaleti nasıl taşıyabildiğine şaşırıyoruz. Bütün işini, gücünü bırakıp şikayetçi olan insanlara yapabilecek hiçbir şeyimiz yok. Hakikatte de şikayeti adet haline getirmek ne kadar vahim bir durum değil mi? Biz umarım böyle bir çözümü (!) tercih edenlerden değilizdir. Çünkü insanın dünya hayatında istikametini hikmet ve hakikat tayin etmeli-ki hikmet ve hakikate talip olanların şikayetten çok, çözüme katkıları vardır-. Yoksa bir nida duyulur: 'Ey İnsan! İstikamet nereye?' Bu soruya zamansız muhatap olmamak için, her gün kendimizi sorgulayarak kurtuluşa katkıda bulunabiliriz. Şikayeti tercih etmeyenlerin durumu ise; onlar zaten şikayeti rehber edinmemekle ilk hamleyi yapmış oluyorlar. Yani bu demektir ki şikayet dışında bir şeyler yapıyorlar. İkincisi, toplumu saran ahlakî, vicdanî, insanî yangının farkında oldukları için çözümü konuşabilme iradesine/yetisine sahipler. Üçüncüsü, nefisle olan mücahede ve mücadelede evlerini boş bırakmıyorlar, yani özlerini muhafaza ediyor demektir. Dördüncüsü, onları sadece hakikatten ve hikmetten uzak kalmak korkuttuğu için yangın onların korkularını büyütmüyor çünkü evinden (kalp) emin, imkanlarından (iman) emin.. Öyle ya 'istikameti eğri olanın, kalbi doğru olmaz' veya 'istikameti doğru olanın, kalbinde eğrilik bulamazsın.' İstikamette doğruluğu, önce kalbin doğru olması tesis ediyor. Kalbin doğru olması da, hayata bakışı değiştiriyor, şikayet kapısını kapatıyor,hayatı anlamlandırıyor, istikameti dosdoğru kılıyor.

  • KÂMİL BÜYÜKER / ARAŞTIRMACI




  • 14 Temmuz 2003
    Pazartesi
     


    Künye
    Temsilcilikler
    AboneFormu
    MesajFormu

    Ana Sayfa | Gündem | Politika | Ekonomi | Dünya
    Kültür | Spor | Yazarlar | Televizyon | Hayat | Arşiv
    Bilişim
    | Dizi | Karikatür | Çocuk
    Bu sitede yayınlanan tüm materyalin HER HAKKI MAHFUZDUR. Kaynak gösterilmeden çoğaltılamaz.
    © ALL RIGHTS RESERVED